“Türkiye’nin Ortadoğu bataklığında ne işi var?” sorusunu sık sık duyarız. Oysa asıl soru şu olmalı: Nasıl oldu da Türkiye dört asır yönettiği, emek ve can verdiği; ilim, kültür, sanat, şehircilik ve estetik itibariyle damgasını vurduğu ve şimdi “Ortadoğu” diye adlandırılan bir büyük coğrafyadan; içinde Mekke’nin, Medine’nin, Kudüs’ün de olduğu kutsal bölgelerden fikren ve tasavvur dünyası itibariyle bu kadar çabuk koptu ve uzaklaştı? Medine müdafaası ve Fahrettin Paşa kaç milletin tarihinde var?
Köstence, Malta, Tiflis, Londra, Batavya ve Cava gibi bölgelerde Osmanlı Başşehbenderi olarak görev yapan Kıbrıslı Mehmed Refet Bey diplomatik vazifelerinin yanı sıra, bulunduğu yerlerde Müslümanların sorunlarıyla yakından ilgilenmiş, pek çok yardım faaliyetine öncülük etmiş, İslâmî cemiyetlerin kurulmasına ve Müslümanlara ait gazetelerin çıkmasına ön ayak olmuştur. 1 Mart 1921’de Batavya Şehbenderi olarak yazdığı son raporlarından birinde, Şerif Hüseyin isyanının da tesiriyle “İslâm Dünyasındaki Çöküşün Sebepleri ve Misyonerlerin Faaliyetleri” başlığı altında Osmanlı Hariciye Nezaretine gizlice gönderdiği ilginç raporda deşifre ettiği misyoner faaliyetlerini birlikte okuyalım.
Dönemin ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower, Amerikan yönetiminin başkent Washington D.C.’ye tam 14 bin kilometre mesafede bulunan Vietnam’da giriştiği askerî macerayı, “Eğer komünistler yönetimi ele geçirirse, Asya’nın tamamında -domino taşlarının birbirini devirmesi gibi- hızlı değişimler olur. Vietnam’ı kaybedersek Laos, Kamboçya, Endonezya, Tayland ve hatta Japonya bile teslim bayrağını çekebilir” şeklinde izah ediyordu. Sovyetler Birliği ve Çin’in desteklediği Kuzey Vietnam’la ABD ve müttefiklerinin arka çıktığı Güney Vietnam arasındaki yıkıcı savaş 1955’ten 1975’e tam 20 yıl sürdü. Vietnamlılar, verilen ağır kayıplara rağmen ABD’yi mağlup etmeyi başardı; Amerikan yönetimi ise Eisenhower ve ardıllarının öne sürdüğü hiçbir hedefi elde edemedi. Arkasında aynı zamanda ciddi...
23 Mart 625’te Medine yakınlarındaki Uhud Dağı’nda Müslümanlar ile Mekkeli müşrikler arasında yapılan savaşta Hz. Muhammed’in (sas) talimatına rağmen okçuların mevzilerini vaktinden önce terk etmeleri üzerine Müslümanlar iki ateş arasında kaldılar. Hz. Hamza (ra) ile birlikte 70 sahâbenin şehit olduğu, Peygamber Efendimizin ciddi şekilde yaralandığı savaşın seyrini, 14 asrın ardından birlikte hatırlayalım.
Uhud Savaşı, Hz. Peygamber’in ﷺ hayatındaki en zor hadiselerden biriydi hiç şüphesiz. Müşrik ordusunun sayıca çokluğu, Müslümanların yaşadığı sarsıntılar, verilen acı kayıplar… Sadece Hz. Hamza’nın şehadeti bile, başlı başına büyük bir elem kaynağıydı Hz. Peygamber ﷺ ve ashabı için. Aradan geçen onca zamanına rağmen, bugün hâlâ Müslümanların maşerî hafızasında Uhud bambaşka bir yerde durur. Uhud Savaşı’nı unutulmaz ve sıra dışı kılan, sadece yaşanan sıkıntılar değildir. İlgili Kur’ân ayetlerinde de öne çıkarıldığı üzere, Uhud, Hz. Peygamber’le ﷺ önderlik ettiği Müslüman cemaat arasında bir güven sınavına da dönüşmüştür. Savaşın hazırlıkları sırasında Mescid-i Nebevî’de gerçekleştirilen istişare toplantısında Hz. Peygamber’in ﷺ “Savunma savaşı yapalım,...
Süheyl Ünver’in birkaç insanın ömrüne, hatta mütevazı bir kurumun tarihine sığmayacak hacimdeki fevkalâde kıymetli arşivleri bugün hepsi devlet kurumu olan beş ayrı müessesenin çatısı altındadır ve üzerinde çalışılmayı beklemektedir. Öncelikle bu malzemenin ince tasniflerinin ve mufassal kataloglama teknikleri kullanılarak tavsiflerinin yapılması gerekmektedir. İkinci adımda Süheyl Hoca’nın arşivi birçok kuruma dağılmış çok geniş ve çok çeşitli bir arşiv olması dolayısıyla bunlar arasında ilişkilendirme çalışmalarına kuvvetle ihtiyaç vardır. Üçüncü adım ise bunları nitelikli yayınlarla taçlandırmak olacaktır.
Tarihimizin en ehemmiyetli şahsiyetlerinden olan Sultan II. Abdülhamid’in hayatının kısmen az bilinen kesitlerine büyüteç tutuyoruz. Doğumu için yapılan şenliklerden annesiyle kurduğu bağa, yetişme şartlarından ve aldığı eğitimden hususi kabiliyetlerine, politik zekâsından 33 yıl boyunca devleti idare becerisine “öteki Sultan”.
Afrika dendiğinde, bugün herkesin aklına bu büyük kıtanın başka bir hususiyeti gelebilir. Ancak Müslümanların maşerî hafızasında, Afrika, İslâm’ın ilk yıllarında Mekke’deki mazlum mü’minlerin sığınağı olarak yer etmiştir. Hz. Peygamber’in ﷺ “Orada kimseye zulmetmeyen bir hükümdar var” yönlendirmesiyle Habeşistan’a hicret eden sahabîler, gerçekten de orada kendilerine sıcak bir kucak ve cömert bir vatan bulmuşlardı. Öyle ki Habeşistan hükümdarı Necâşî Ashame 630 yılında vefat ettiğinde, Hz. Peygamber ﷺ “Bugün sâlih bir kardeşiniz vefat etti, kalkın, onun namazını kılın” diyerek kendisinin gıyabî cenaze namazını kıldırmıştı. Habeşistan (bugünkü adıyla Etiyopya) ve içinde yer aldığı bereketli bölge (bugünkü adıyla Afrika Boynuzu), modern zamanlarda ne yazık...
1919’un son aylarında İngilizlerin Suriye raporlarında, Halep vilayetindeki Müslüman nüfusun çoğunun ve Şam vilayetindeki Müslüman nüfusun bir kısmının Türk yanlısı olduğu bildiriliyordu. Suriye’deki Fransız işgali üzerine Arap milliyetçileri arasında kendi bağımsızlıklarına destek için Türklere müracaat edilmesi gerektiği görüşü ortaya çıktı. Anadolu’daki Kuvayı Milliyecilerle Suriyeliler arasındaki temas kuruldu ve ortak hareket etme faaliyeti başladı. Halep Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin 1922 tarihli mektubunda ise halkın Türkiye’ye bağlanmak ve Türkiye’nin hizmetinde kalmak istediği belirtiliyordu.
Rahmetli Samiha Ayverdi’nin birinci baskısı 2005 yılında yapılan Mülakatlar kitabı dinî ve tasavvufî düşünceye, “yasaklı” tarikatlar dünyasına, 40’lı yılların Türkiyesi’ndeki açıktan dile getiril/e/meyen fikirlerin iç akışkanlığına ve ifade edilme-aktarılma biçimlerine, nihayet pozitivist ve maddî bir kültürel ortamda ispritizma yahut misyonerlikle iltisaklı “dinî-mânevî” sapma temayüllerine dair çok kıymetli sorgulama malzemesi ihtiva ediyor.